İşte Ümit Özdağ’ın savunmasının tam metni!

“Cumhurbaşkanına hakaret” ettiği iddiasıyla hakkında 4 yıl 8 aya kadar hapis cezası istenen Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ hakim karşısına çıktı. Savunmaların alınmasının ardından duruşma 10 Eylül’e ertelendi.

Çağlayan’daki İstanbul Adalet Sarayı İstanbul 35. Asliye Ceza Mahkemesince görülen duruşma katılımın yoğun olması sebebiyle İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinin salonuna alındı. Duruşmada, “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçlamasıyla tutuklu bulunan Özdağ ile avukatları hazır bulundu.

CHP LİDERİ ÖZEL DE KATILDI
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik, Bağımsız Türkiye Partisi Genel Başkanı Hüseyin Baş, Zafer Partili yöneticiler ve partililer de duruşmaya izleyici olarak katıldı. Duruşmayı izlemek için adliyeye gelen bazı Zafer Partililer ile polisler arasında kısa süreli gerginlik yaşandı. Salona alınmayan bazı partililer, duruma slogan atarak tepki gösterdi. Kimlik tespitiyle başlayan duruşmada, Özdağ’ın savunması alındı.

Özdağ’ın savunması şu şekilde:

“AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 18 Ocak 2025 tarihinde, Ak Parti Mersin İl kongresinde, Ak Parti Mersin il delegeleri ve üyelerine bir konuşma yapmıştır. Erdoğan konuşmasında şöyle demiştir:

“Ülkemizin ilk 80 yılına, asırların yorgunluğuyla, 1. Dünya Savaşı’nın yükü altında kalan Osmanlı’dan cumhuriyete geçişin sancıları damga vurmuştur. Tek parti faşizminin, milletimizin inancına, tarihine, kültürüne yönelik tahrip edici, baskıcı politikalarının ağır bedellerini ödedik.”

19 Ocak 2025’te Antalya’da Zafer Partisi il başkanları toplantısında, Ak Parti Genel Başkanı Erdoğan’ın, İstiklal Harbimizin önderi ve Cumhuriyetimizin kurucu Atatürk’ün politikalarını, milletimizin inancına tarihine ve kültürüne ağır bedeller ödeten politikalar olarak gösteren açıklamasına, şu ifadeler ile cevap verdim:

“Bu mücadelede, bu politik fikri mücadelede, mücadele ettiğim PKK gibi, FETÖ gibi, IŞİD gibi terör örgütleri vardır. Bütün bunlar karşısında Zafer Partisi, Cumhuriyetin kuruluş felsefesini, temel ilkelerini, milletimizin ve devletimizin bağımsızlığını ve bölünmez bütünlüğünü kararlılıkla savunmaktadır.

Ancak ne yazık ki, Zafer Partisi ülkemizin bölünmez bütünlüğünü, Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesini, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bırakmış olduğu değerli mirası sadece bunlara karşı değil, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’ye karşı da savunmak durumundadır. Recep Tayyip Erdoğan, dün Mersin’de partisinin kongresinde yapmış olduğu konuşmada şöyle söylüyor; “Ülkemizin ilk 80 yılına asırların yorgunluğuyla 1. Dünya Savaşı’nın yükü altında kalan Osmanlı’dan cumhuriyete geçişin sancıları damga vurmuştur. Tek parti faşizminin milletimizin inancına, tarihine, kültürüne yönelik politikalarının ağır bedellerini izledik.”demiş.

(…)

Mustafa Kemal Atatürk sadece yaşadığı dönem içinde değerlendirilerek anlaşılamaz. Atatürk’ün dünya ve Türk tarihi içindeki konumu ancak; 1683 2. Viyana bozgunu sonrasında başlayıp, 238 sene sonra 1921’de Sakarya kıyılarına kadar devam eden Türk milleti ve Türk devletinin, soykırım ve tehcirlerle üç kıtadan, Anadolu’ya çekilmesi ve yok olmasını durduran tarihi şahsiyet olarak anlaşılır ve doğru tespit edilebilir.

Alparslan Türkeş “Atatürk, Türk tarihinin Himalayası’dır.” derken, bu gerçeği ifade etmektedir. Evet, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk tarihinin Himalayası’dır.

Atatürk, Budin’in kıyılarından itibaren ağıt yakan, toprak kaybeden, vatan yitiren, geri çekilen, mağlup olan bir milleti, tekrar Zafer’e götüren liderdir. Atatürk, Allah’ın Türk Milleti’ne lütfudur. Atatürk’ün kurucusu olduğu Türkiye Cumhuriyeti, Türk milleti için 2. Ergenekon’dur. Atatürk, manevi anlamda Ergenekon’dan çıkışta Türk milletine yol gösteren Bozkurt, Börteçine’dir.

Cumhuriyetimizin kuruluşu, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi Türk milletinin tarihi, inancı ve kültürü aleyhine politikaların izlendiği, faşizan dönemi değil, Haçlı Seferleri ile yok edilmek istenen bir milletin yeniden dirilişidir. Atatürk döneminde; Türk tarihi yüzyıllar sonra ilk kez bir hanedan tarihi olmaktan kurtularak, Büyük Türk Tarihi zemininde bilimsel olarak incelenmeye başlamıştır. Hunlar ile başlayıp; Göktürk, Uygur, Karahanlı üzerinden, Osmanlı’ya ulaşan 16 büyük Türk İmparatorluğu adeta yeniden keşfedilmiştir. Büyük tarihçi Fuat Köprülü, Osmanlı tarihini yazması için görevlendirilmiştir. Örnekleri çoğaltmak için burada gerekli zamana sahip değiliz.

Atatürk döneminde; Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, Türk Milleti Kuran-ı Kerim’i Türkçe metinden okuma imkanını elde etmiştir.

Erdoğan’ın Atatürk eleştirileri haksız, temelsiz, asılsız ve bilimsel olarak içi boş iddialardır. Erdoğan’ın, Atatürk dönemine yönelik eleştirilerinin temelinde, Atatürk’ün benimsediği laiklik politikası vardır. Türk Milleti 24 Ocak 1058’de, Tuğrul Bey’in Abbasi Halifesi tarafından, Doğu’nun ve Batı’nın Sultanı ilan edilmesinden itibaren; tek başına İslam Dünyası’nın, Birleşik Hristiyan Batı Medeniyetine karşı hem kılıcı hem kalkanı olmuştur. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir millet; Türk Milleti’nin taşıdığı büyüklükte bir yükü taşımamıştır. 1058’de başlayan bu savaşı; Türk Milleti, 1922’ye kadar tek başına sürdürmüştür. Bütün bu süre içinde, Türk Milleti, 1914-1918 arasında, din kardeşlerinden, bu mücadelede, sadece 1 kez destek istemiş; ancak yüzlerce yıl, Osmanlı’nın koruması, refahı ve barışı altında yaşayanların çok büyük bölümü; destek vermediği gibi, Haçlı ordularının yanında yer almıştır.

Sayın Hâkim;

Bugün Gazze’de bir soykırım gerçekleşmektedir. İsrail ordusu Gazze’yi insafsızca bombalamaktadır. Bu soykırım gerçekleşirken, Müslüman Arap ülkelerinden, Gazze için hiçbir anlamda politik, ekonomik ve sosyal destek gelmemektedir. Aksine, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi zengin Arap ülkeleri İsrail ordusu ile ortak tatbikatlar yapmaktadır. Oysa Türk Milleti; Gazze ve bütün Arap İslam dünyasını bin sene tek başına birleşik bir medeniyete karşı savunmuştur. Bu savunmanın sonunda milletimiz sadece; politik, askeri, ekonomik ve kültürel bir yıkım yaşamakla kalmıştır. Demografik olarak da yıkım eşiğine gelmiştir.

İşte Mustafa Kemal’in hilafeti kaldırması, bu jeopolitik ve stratejik gerekliliğin sonucuydu. 1923’te devletimiz, 1526’da Nazlı Budin’i fetheden devletin gücünde olsaydı, hilafeti kaldırmak, Mustafa Kemal Atatürk’ün aklına dahi gelmezdi.

Bu hususu Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta şöyle açıklamıştır:

“Millete anlattım ki bütün Müslümanları içine alan bir devlet tesis etmek vazifesi ile yükümlüymüş gibi hayal edilen bir halifenin, vazifesini yerine getirebilmesi için, Türkiye devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tabi tutulamaz. Millet buna razı olamaz! Türkiye halkı bu kadar büyük bir mesuliyeti bu kadar gayrı mantıki bir vazifeyi üzerine alamaz.

Milletimiz, asırlarca bu manasız ve boş görüşten hareket ettirildi. Fakat ne oldu?! Her gittiği yerde, milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde, kavrulup mahvolan, Anadolu evlatlarının miktarını biliyor musunuz dedim. Suriye’yi, Irak’ı muhafaza etmek için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz?! Ve netice ne oldu, görüyor musunuz?! dedim.

Halifeye dünyaya meydan okutmak ve onu bütün İslam dünyasının işlerinde tasarruf sahibi kılmak fikrinde olanlar, bu vazifesi yalnız Anadolu halkında değil onun 8-10 misli nüfusa sahip olan büyük Müslüman kitlelerden talep etmelidir! Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının, artık kendi hayat ve saadetinden başka düşünecek bir şeyi yoktur… Başkalarına verebilecek bir parçası kalmamıştır, dedim.

Diğer bir noktayı da halka iyice izah edebilmek için şunları beyan ettim: Biran için farz edelim ki, dedim, Türkiye mevzubahis vazifeyi kabul etsin… Bütün İslam alemini bir noktada birleştirerek sevk ve idare gayesinde yürüsün ve başarmış da olsun! Pekala ama tabiiyet ve idaremiz altına almak istediğimiz milletler derlerse ki, “bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz. Fakat biz bağımsız kalmak istiyoruz. İstiklal ve hakimiyetimize kimsenin karışmasını uygun bulmayız! Biz kendi kendimizi sevk ve idareye muktediriz!

O halde Türkiye halkının bütün bu gayret ve fedakarlığı sadece bir teşekkür ve dua almak için mi göze alınacaktır?!

Görülüyordu ki, boş bir istek ve heves için, bir vehim ve hayal için Türkiye halkını mahvetmek istiyorlardı. Hilafet ve halifeye vazife ve yetki vermek fikrinin mahiyeti bundan ibaretti.”

Türk Milleti açısından, laiklik sadece din ve devlet işlerinin ayrılması değil; bunun ötesinde bir milli güvenlik ve milli varlığını koruma stratejisidir. Birleşik Hristiyan Batı ile bin seneye yakın bir süre tek başına savaşmak zorunda kalan Türk Milleti, 20. yüzyılın başında tükenme noktasına gelmiştir. Artık dini bir savaşı sürdürebilecek güce sahip değildir. Cumhuriyet’in önceliği; Türk Milleti’nin varlığının korunmasına, güvenliğinin sağlanmasına ve Türk halkının hak ettiği refaha kavuşmasına ilişkin mücadelenin verilmesi olmuştur.

Erdoğan’a verdiğim cevap ancak bu çerçevede değerlendirilebilir.

Sayın Hâkim;

Ben, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret etmedim. Ben, Ak Parti Genel Başkanı Erdoğan’ın Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün politikalarının milletin inancı tarihi ve kültürünü yıprattığı ifadelerini reddederek Erdoğan’ın izlediği politikaların Türk Milleti’nin inancı, tarihi ve kültürünü yıprattığını ifade ettim.

Erdoğan’ın izlediği politikaların sonuçlarını konuşmamda tek tek ifade ettim. Erdoğan’ın, “casus FETÖ’yü Türk Devleti’ne soktuğunu, Türk Devleti’ni FETÖ’ye teslim ettiğini, FETÖ’ye paralel devlet kurdurduğunu’’ ifade ettim.

Erdoğan 15 Temmuz 2008 tarihli Ak Parti Grup Toplantısında, bir FETÖ kumpası olan Ergenekon davalarının savcısı olduğunu söylemiştir:

“Milletimiz bunu yakından takip ediyor, değerlendirmesini de buna göre yapıyor. Çünkü kim kimlerin avukatlığına soyunmuş bunlar çok önemli. Biz kendimize hiçbir vasıf tayin etmemişken bize de savcılık görevini sağ olsun onlar veriyor. Bu da güzel bir şey. Niye savcı millet adına vardır, iddia makamı millet adına ordadır, biz de millet adına evet hakkı aramanın hakkı savunmanın gayreti içindeyiz, eğer bu anlamda savcılık ise evet savcıyım.”

Ayrıca Ergenekon kumpas davalarının savcısı, FETÖ savcısı Zekeriya Öz’e; Erdoğan’ın kendi makam aracını tahsis ettiği de basına yansıyan hususlar arasındadır.

Erdoğan, daha 15 Temmuz FETÖ’cü Darbesi öncesinde, FETÖ’nün bir casusluk örgütü olduğunu bizatihi kendisi açıklamıştır. Erdoğan, Mart 2014 Trabzon mitinginde, FETÖ ile ilgili şunları söylemiştir:

“…Bir kısım medyayı da kiraladı. Onlarla birlikte bazı işveren çevrelerini de şantajlarla emir komutası altına aldı. Şimdi bizi yıpratmak için gayret içindeler. Fakat diyorum ki, bak benim abdestimden şüphem yok, namazımdan da şüphem yok. Sen abdestinden şüphesi olanlarla uğraş. Bizimle uğraşamazsın. Ama sen şu anda ülkenin milli güvenliğini tehdit eden çalışmalar içindesin. Başbakanı, cumhurbaşkanını, meclis başkanını, bakanları dinleyemezsin. Hiçbir hakim bununla ilgili karar veremez. Ama bunlar maalesef casusluk örgütü olduğu için bizi dinlemeye varıncaya kadar bu yollara başvurdular. Düşünebiliyor musunuz? Ülkeyi yönetenlerin haremine giriyorlar. Bunu tehdit unsuru olarak kullanıyorlar.

Geçenlerde benimle ilgili söylediği ifade şu, Yazıklar olsun, yazıklar olsun!” “Bu uzun bize çok hainlik yaptı!’’ dedi. Nasıl hainlik yaptıysak on yedi üniversite kurmak için geldiler hepsini onadım. Bu muydu hainlik? Bu ne vicdandır be! Okullar için yer istedi, verdik. Uluslararası camiada davet ettiler, devlet hükümet başkanlarına bunları refere ettik. Olimpiyat dediler her türlü desteği verdik. Ne nankörlük bu ya! Ne istediniz de alamadınız?’’

FETÖ’nün bir casusluk örgütü olduğu hususu, 15 Temmuz darbesi sonrasında kurulan TBMM Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu raporunda şöyle denmektedir:

“…Türkiye’nin dış politika güvenlik ve istihbarat alanındaki plan ve faaliyetlerini ifşa etmek devlet sırlarını ortaya dökmek maksadıyla ve mensupları aracılığıyla casusluk faaliyetleri yürütmektedir…” Örgüt devlet kaynakları üzerinden gayrı milli merciler adına casusluk faaliyetleri gerçekleştirilerek elde ettiği bilgileri yabancı istihbarat kurumlarına pazarlamıştır. (FETÖ Fettullahçı Terör Örgütü İç Güvenlik Gelişmeleri serisi:3, 2019, T.C. İçişleri Bakanlığı İç Güvenlik Stratejileri Dairesi Başkanlığı sf.87-88) Erdoğan, Türk Devleti’nin milli güvenliğini tehdit eden casusluk örgütü olan FETÖ’ye her türlü desteği verdiğini Fettullahçı Terör Örgütü’nün personel ihtiyacını karşılayabilmesi için okul ve eğitim faaliyetlerine destek verdiğini, bu casus örgütün uluslararası alanda faaliyet gösterebilmesi için referans olduklarını beyan etmiştir.

FETÖ’nün casusluk örgütü olduğu, Erdoğan’ın TBMM Komisyonu’nun raporunun ve birçok mahkeme kararının gösterdiği gibi kesindir. FETÖ paralel devlet yapısını, Erdoğan’ın yanlış politikaları sayesinde kurmuştur. Erdoğan bu tespitimi de Şubat 2014’te gazetecilere FETÖ ile ilgili yaptığı şu açıklaması ile doğrulamıştır:

“2010 Referandumunda FETÖ’nün tek hedefi vardı. İdari ve adli yargıyı ele geçirmek ve bunu başardılar. Dolayısıyla “yargıya bu iş gittiği zaman orada da biz gereğini yapacağız’’ dediler. Hem birinci mahkemede hem üst mahkemede çözmüş oldular. Üç ayağını da tamamladılar. İşin istihbarat ayağı, emniyet ayağı, yargı ayağı.”

Erdoğan’ın her türlü desteği verdiğini beyan ettiği FETÖ, 2010 Referandumu ile ihtiyaç duyduğu zemine kavuşmuş ve Erdoğan’ın ifadesi ile Türk istihbaratını, Türk Emniyetini, Türk Yargısını yani Türk Devletini ele geçirmiştir.

Fettullahçı Terör Örgütü’ne yönelik soruşturma kapsamında bir süre tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilen eski hakimler ve savcılar yüksek kurulu üyesi Kerim Tosun, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdiği ifadede: “160’lar olarak belirlenen Yargıtay üyelerinin yüz yirmiye yakının cemaat mensubu olduğunu biliyorum.” diyen Kerim Tosun, bu kişilerden bir kısmıyla cemaat sohbetlerinde tanıştığını belirtti.

Nazım Kaynak: “Yargıtay başkanı olduktan sonra Yargıtay’da dairelerin iş bölümü değiştirildi. Bu değişikliği de bizzat cemaat gerçekleştirdi. Kamuoyunda bilinen cemaat için önemli olan Balyoz, Şike, Hipnoz, Kurdoğlu gibi davalar cemaatin güçlü olduğu dairelerin görev alanına girdi.” diye belirtmişti.

Ağustos 2016 Diyanet İşleri Başkanlığı Olağanüstü Din Şurasında konuşan Erdoğan: “Bunlar TSK’nın içinde örgütlenmiş ve saati geldiğinde oradaki silahları millete doğrultabilecek karakterde olan bir örgüttür diyorduk, inanmıyorlardı.

Yapının başında yer alan kişi ve kadro konusundaki tüm tereddütlerimize rağmen, yurt içinde yurt dışında yürütüyor gibi göründükleri yaygın eğitim, yardım, dayanışma faaliyetlerinin hatırına bunlara müsamaha gösterdik. Hatta Allah dedikleri için müsamaha gösterdik. Dedik ki, bir ortak yanımız var dedik. Özellikle 2012 yılından sonra bu yapıyla ilgili rezervlerimizi çok açık koymuştuk. Bu dönemde hızlanan TSK kadrolarına yönelik operasyonlar ve davalar ile ilgili de ciddi şüphelerim oluştu ve yetkilileriyle de bunları paylaştım. Çok yakından tanıdığım uzun yıllar içinde birlikte çalıştığım bazı komutanlara yöneltilen suçlamaların ve tutuklamaların gerekçeleri beni ikna etmiyordu.

Her şeye rağmen bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmamın üzüntüsü içerisindeyim. Bundan dolayı hem Rabbimize hem Milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de Milletim de bizi affetsin.”

08.06.2018 tarihinde CNN Türk’e vermiş olduğu mülakatta; “FETÖ’yü biz büyüttük, aldatıldık” cümlesini de yine Recep Tayyip Erdoğan kurmuştur.

Dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in 2015’te yayınlanan “Türkiye’de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor” adlı kitabında ise, MGK tavsiye kararına karşı ne yaptıklarını aynen şöyle anlatıyor:

“Devlet ve ordu içindeki bu “FETÖ’cü paralel yapılanma tehlikesine” karşı MGK’nın Tavsiye kararı Başbakanlığa bildirildikten sonra konuyu Başbakanımıza açtım ve gelen yazıyı ‘dosyasına’ kaldırmaya karar verdik.

Bu karar metni Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılmadı ve hakkında hiçbir işlem yapılmadı.

Konudan MGK toplantısına katılan bakanlar dışında kimsenin haberi olmadı ve onları endişeye sevk edecek bir sonucun doğmamasına özen gösterildi.

Bütün toplumsal ve siyasi riski hükümet adına Sayın Başbakanımız, hukuki riski ise ben üstlenmiştim.”

Bu riski üstlenmenin bedeli; Ergenekon, Balyoz, casusluk, Selam Tevhid, MİT tırları, dava görünüşlü istihbarat operasyonları ile Türk ordusunun ağır psikolojik saldırıya maruz kalması, Deniz Kuvvetlerimizin ikinci bir Navarin baskını yaşaması, askeri sırlarımızın yabancı servislerin eline geçmesi, yargı ve polis, istihbarat servislerimizin bir casus örgütün denetimine girmesi olmuştur. Türk devlerinin stratejik hafızası örselenmiştir. Nihayet Genelkurmay Başkanlığı, FETÖ’nün eline geçince 15 Temmuz darbesi yaşanmış, yüzlerce yurttaşımız şehit olurken, TBMM’miz bombalanmıştır.

Görüldüğü üzere Erdoğan; FETÖ’nün TSK’ya yönelik operasyonlarını bildiğini, Allah dedikleri için müsamaha gösterdiklerini itiraf etmiştir.

Fetullahçı Terör Örgütü tarafından sınav sorularının çalınmasına göz yumularak yüksek öğretim kurumları ve kritik devlet kadrolarının casusların eline geçmesine müsamaha gösterilmiştir. Yapılan istatiksel analizlerde, FETÖ’nün 2000-2013 yıllarında kritik alanlar dahil tüm ÖSYM sınav sorularını ele geçirdiği tespit edilmiştir. (Organize ve Mali Suç Örgütü Olarak Fettullahçı Terör Örgütü (FETÖ) Çalıştay Raporu, 11 Şubat 2017, Ankara, sf.42)

Darbe girişiminden yargılanan kişiler Kara Harp Okulu mezunlarının yüzde doksanının FETÖ ile ilişkili olduğunu itiraf etmişlerdir. Nitekim, 15 Temmuz Hain Darbe Girişimi sonrasında;

Türk Silahlı Kuvvetleri’nden 150’si general 24706,
Emniyetten yaklaşık 38000,
Adli ve idari yargıdan yaklaşık 4000,
YÖK’ten 2346,
Sağlık Bakanlığı’ndan 2018,
Maliye Bakanlığı’ndan 1642,
Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan 1519,
İçişleri Bakanlığı’ndan 369,
Başbakanlık’tan 302,
Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan 605,
TRT’den 312 olmak üzere toplamda 125.678 FETÖ’cü bürokrat ihraç edilmiştir.
Bu sayı dahi tek başına, Erdoğan tarafından üstlenilen riskin büyüklüğünü göstermektedir. Nisan 2025’te iktidarın yarı resmi yayın organı olan Yeni Şafak gazetesinin, ekonomideki başarısızlığın nedeni olarak, ekonomi bürokrasisi içindeki kripto FETÖ’cüleri göstermesi, tehlikenin hala devam ettiğinin göstergesi değil midir?

Bu kadrolara ve görevlere AKP ve Erdoğan döneminde gelmişlerdir. Erdoğan’ın; FETÖ’nün, Türk Devleti’nin harimi ismetine girmesine müsamaha gösterdiklerine ve FETÖ’ye, her istediklerini verdiklerine yönelik itirafları ile 15 Temmuz sonrası yargılama süreçleri ve devlet kurumlarınca yapılan tespitler; bu Haçlı casus örgütünün, Türk Devletine büyük zararlar verdiğini göstermektedir. Erdoğan ve resmi makamlar sözlerimi doğrulamıştır. Hiçbir Haçlı Seferi, Türk Devleti’nin içine sızamamış, Türk Devleti’nin maneviyatını bozmaya yeltenememiştir.

Sayın Hâkim;

Casus FETÖ Terör Örgütü devlet içinde örgütlenip, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Türk Yargısı ve sonuç olarak Türk Milleti ve Türk Devleti’ne karşı; Ergenekon Balyoz, casusluk, MİT müsteşarının tutuklanması ve MİT tırları operasyonlarını yaparken, Erdoğan Başbakandı. Ve Recep Tayyip Erdoğan 15 Temmuz sonrasında “Rabbim ve Milletim beni affetsin.” diyerek; FETÖ ile yapılan iş birliğinin, FETÖ’ye, devlet kurumlarını teslim etmenin yanlış olduğunu, bundan pişman olduğunu ifade ve kabul etmiştir.

Sayın Hâkim;

Bu yanlış politikaların, bütün Haçlı Seferlerinden daha fazla, Türk Devleti’ne zarar verdiğini söyledim. Çünkü Haçlı Seferleri, Anadolu’ya dışardan, Avrupa’dan geldi. Ancak son Haçlı Seferi FETÖ, Anadolu’dan bir beşinci kol olarak ülkemize saldırdı. Erdoğan, son Haçlı Seferi olan FETÖ’ye karşı önlem almakta çok gecikmiştir.

2003 yılında, MGK’da, FETÖ’nün bir Haçlı Seferi casus örgütü olduğu konusunda yapılan uyarıyı ciddiye almayan Erdoğan; 2015’e kadar, Türk Devleti’nin ve sonunda Ak Parti iktidarının, en yakın mesai arkadaşlarının hedef alınmasının önünü açmıştır.

FETÖ, Haçlı Seferi olduğunu da gizlememiştir. Haçlı Seferlerini olumlu gören FETÖ terör örgütü elebaşı Fettullah Gülen, 20 Ağustos 2016 tarihinde “Haçlı’nın ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir. Çünkü sizinle onlar arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar sizin kadınlarınıza, kızınıza ilişmezler, mabedinize ilişmezler, ilişmemiş haçlılar…” demiştir. (Farklı Boyutlarıyla FETÖ-PYD, Ankara 2019, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.93, Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı:30.01.2019/6)

FETÖ elebaşı; Papa 2. Jean Paul’a Şubat 1998 tarihli mektubunda, “…Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinler arası diyalog için papalık konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz…” demiştir. Hatta FETÖ elebaşı ve yanındakiler, Vatikan ziyaretlerinde, Papa’nın elini öpmüşlerdir. Aynı şekilde Erdoğan ve Ak Parti tarafından büyük tarihçi kabul edilen, “Amerikan kuklası bir halife gelse, gelsin de kim gelirse gelsin. Hilafeti geri getirelim.” “Keşke Yunan galip gelseydi, ne hilafet yıkılırdı, ne şeriat kaldırılırdı, ne medrese lağvedilirdi, ne hocalar asılırdı, hiçbiri olmazdı” sözlerinin sahibi olan Kadir Mısıroğlu’nun hocası, Şeyh Nazım Kıbrısi de Papa’nın özel olarak kendisini ziyarete geldiğini beyan etmiş ve adamlarına Papa’nın elini öptürtmüştür. Papalık tarafından, defaatle dinler arası diyaloğun amacının, özellikle Asya kıtasının Hıristiyanlaştırılması olduğu belirtilmiştir. Papa 2. Jean Paul’un 1999 yılında yaptığı Noel Konuşmasının iyi anlaşılması gerekir. Papa konuşmasında “…Birinci bin yılda Avrupa’yı Hıristiyanlaştırdık, ikinci bin yılda ise Afrika ve Amerika kıtasını, üçüncü bin yılda ise hedefimiz Asya’dır…”, “…Kilisemiz, bütün insanlığın mutluluğu içindir. Dinler arası diyaloğun bizim için anlamı, bütün insanları İncil’e ve Kilise’ye yani Hıristiyanlığa ulaştırma yoludur…” demiştir.

Dinler arası diyalog toplantıları; öncelikle Müslümanları, İslam hakkında şüpheye düşürme keza sinsi bir şekilde Hıristiyanlaştırma, etnik kimlikleri ön plana çıkarma, İslam’ı bir nevi Protestanlaştırma ve özünden uzaklaştırma planlarını bünyesinde taşıyan, Vatikan merkezli post modern bir misyon hareketidir. (Din İstismarı ve FETÖ Gerçeği, İstanbul, 2018, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s. 128)

Bilindiği üzere FETÖ elebaşının da cenazesi, İslam’ı usullere göre değil Protestan usullere göre gömülmüştür. Türkiye’deki kurumsal dini düşünceyi yozlaştırma maksadına matuf bu çaba, İslam dinini temel bilgi ve meşruiyet kaynaklarını (Kuran-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in sünneti) zayıflatma amacı taşımaktadır. (FETÖ Fettullahçı Terör Örgütü İç Güvenlik Gelişmeleri serisi:3,2019, T.C. İçişleri Bakanlığı İç Güvenlik Stratejileri Dairesi Başkanlığı s.34)

Yüksek öğretim, milli eğitim, diyanet ve devletin kritik noktalarını ele geçiren FETÖ, Türk Milleti’ne karşı bu inançsızlaştırma ve Hıristiyanlaştırma planını uygulamıştır. FETÖ ele başı “Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” demiştir. (FETÖ Elebaşı Küresel Barışa Doğru (Kozadan Kelebeğe-3) s.131)

AKP ve Erdoğan’ın bütün istediklerini vermesi sayesinde, devletin imkanlarını kullanan FETÖ, benzeri propagandalarla, Türk Milletine inkültürasyon projesini uygulamıştır. Bin yıldır malıyla, canıyla Haçlı Seferlerine karşı mücadele eden bu milletin çelik zırhına, imanına saldırarak inançsızlaştırmaya çalışmıştır. Resullullah Hz. Muhammed’e olan her türlü sevgiyi din dışı addeden Vehabiliği, ajanlarıyla kurdurarak, Osmanlı’nın sonunu getiren Batı; aynı inançsızlaştırma araçlarıyla ve FETÖ eliyle Türk gençlerini inançlarından uzaklaştırmıştır.

Erdoğan, son Haçlı Seferi FETÖ’nün, devletin içinde devlet kurmasına, Erdoğan’ın ifadesi ile “paralel devlet” kurmasına izin vererek; Türk Devleti’nin, bütün Haçlı Seferleri’nden fazla zarar görmesine yol açmıştır.

Yaptığım bu tespit, düşünce hürriyeti kapsamında ifade edilmiş bir siyasi eleştiridir.

Erdoğan’ın son Haçlı Seferi FETÖ ile mücadelesi ancak 2011 seçimlerinden sonra çok yavaş başlamış, 17/25 Aralık 2014’ten sonra güçlenmiş ancak 15 Temmuz 2016’dan sonra gerçek bir mücadeleye dönüşmüştür. Özetle Erdoğan’ın son Haçlı Seferi FETÖ ile mücadelesi 2014 sonrasında başlamış olsa da bu, daha önce gerçekleşen tahribatın varlığını ortadan kaldırmamaktadır.

Erdoğan anılan politikalarını eleştirdiğim dönemde “Cumhurbaşkanı” değil “Başbakan”dır. Diğer bir ifade ile söz konusu eleştiriler teknik olarak Cumhurbaşkanının değil Başbakanın politikalarına yöneliktir.

Sayın Hâkim;

Erdoğan, savunmamın başında bahsettiğim ve benim verdiğim cevap sebebiyle yargılandığım konuşmasında; Atatürk döneminde izlenen politikaları, Türk Milleti’nin kültür ve tarihine zarar verdiğini ifade etmiştir. Oysa Erdoğan döneminde, Türk Milleti’nin geniş kesimleri, Allah ile Türk milletinin manevi değerleri ile milletimizi aldatanlardan dolayı, dinlerinden soğumaya başlamış ve Erdoğan döneminde deist, ateist sayısı yüzde on altıyı aşmıştır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Din İşleri Yüksek Kurulu’nun karar ve yayınlarında bu durum: “Türkiye’de deizm ve ateizmin artması, Müslümanların sözleri ve fiilleri arasındaki uçuruma ahlak bağlamında bir tepki” şeklinde açıklanmıştır. (Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı-Güncel İnanç Problemleri, sf.53, İstanbul Aralık 2020, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı: 05.02.2020/5)

Görüntüde dindar görünen bazı kişilerin, dünyevi veya şahsi çıkarı söz konusu olduğunda, tam tersi bir davranış ve tepki gösterdiği görülen bir gerçektir. Bu durum “gösterişçi dindarlık/şov Müslümanlığı” olarak kavramsallaştırılmıştır. Ülkemiz ve İslam coğrafyası üzerinde düşündüğümüzde; dindarlık görüntümüz ile günah ve dünyevi olanı haksız elde etmeye yönelişimiz tam bir çelişki arz etmektedir.

Bu gerçek ekonomik veya siyasi kriz zamanlarında tavan yapmakta fırsatçılık adeta en geçerli akçe konumuna yükselmektedir. Dindarların bu çelişkileri, dindar olmayan çevrelerin yaşantılarını daha bir tahkim etmekte ve onları dinden ve dini alandan uzaklaştırıcı bir etken olmaktadır. Günümüzde deist veya ateist olduğunu iddia eden kişilerin bu yöne gitmesindeki temel etkenlerin dindarlar tarafından sergilenen bu ahlaki çelişkiler olduğu kendi beyanlarından anlaşılmaktadır. Onların bu çelişkileri, dindarlar üzerinde sürekli görmeleri kendi ateist ve deist duruşlarını da güçlendirmektedir. Böylece takva boyutunu yakalayamamış Müslüman kişi; yaşantısıyla, doğrudan dine zarar verirken dolaylı olarak da din karşıtı akımların güçlenmesine ve insanların oralara doğru kaymasına katkı sağlamaktadır. (Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı-Güncel İnanç Problemleri, sf.154, İstanbul Aralık 2020, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı: 05.02.2020/5)

Din ve dini değerlerin, tarihi geçmişi olmasına rağmen, son zamanlarda giderek artan bir biçimde, bir kısım dini görünümlü cemaat, tarikat ve gruplar tarafından, ticari ve siyasi yönden dünyevi amaçlar için istismar edilmesi; dinin ve dine bağlılığın, insanlar katında değerini düşürmektedir. Bu durum, bazı insanları dinden uzaklaştırarak dinsizliğe ve ateizme sürüklemektedir. Dinin ticari ve siyasi ikbal için istismar edilmesi, düpedüz Kuran’ın ruhuna, İslam’ın evrensel ve ebedi amaçlarına aykırıdır. (Selim Özarslan, Ülkemizde Ateizme Yönelme Sebepleri, Diyanet İlmi Dergi cilt:55 sayı:4 Ekim-Kasım-Aralık 2019, sf. 1022)

Sayın Hâkim;

2011 sonrasında 5 milyon kayıtlı ve 2 milyon kayıtsız Suriyeli, 2 milyon Afgan, 2 milyon Afrikalı ile İranlı, Pakistanlı, Rus, Ukran ve sair 2 milyon sığınmacı ve kaçak Anadolu’ya sokulmuştur. Bu durumun milli dokumuzu bozmasının yanında; gelenlerin içerisinde yüksek sayıda Selefi cihatçı zihniyette kişiler mevcuttur. Selefiler, Bektaşilik dahil ehlisünnet geleneğinden gelen cemaat ve tarikatların baş düşmanıdır.

Emperyalizm tarafından kullanılmaya en yatkın gruplardan birisi olan Selefilik’e örnek olarak İŞİD ve El-Kaide verilebilir. Maalesef ki milyonlarca sığınmacı ve kaçağın kontrolsüzce ülkemize akın ettirilmelerinin sonucu olarak, Selefilik de Anadolu içerisinde hızla yayılmaktadır. Anadolu’nun demografisinin bozulması, Türk Milleti’nin kültür ve inancının bozulmaya çalışılması, Türk Devleti’ne casusların sokulması, Erdoğan’ın beyanlarıyla devlet kurumlarının resmî açıklamalarıyla doğrulanmaktadır.

Sözlerimde Erdoğan’ın kişiliğini hedef alan hiçbir hakaret unsuru yoktur. Eylem ve politikalarının eleştirisi vardır. Bunları Erdoğan’ın kendisi söylemekte, kabul etmekte ve hatta “Rabbim ve Milletim beni affetsin” diyerek, pişmanlığını dile getirmektedir.

Erdoğan’ın kendisinin kabul ettiği, benimsediği fikirlerinin tarafımca dile getirilmesi, Hakaret fiilinin TCK kapsamında tanımlanan unsurlarına uygun düşmediği için isnat edilen fiilin sübuta erdiğini kabul etmek mümkün değildir.

Sayın Hâkim;

Son olarak; sahip olduğum devlet terbiyesi sebebiyle, tüm Türk vatandaşlarının edinmesi gerektiğini düşündüğüm bir düstura değinmek zorundayım.

AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı en sert şekilde yıllardır eleştiriyorum. Bu eleştirilerimden dolayı hiç hakaret iddiası ile hakkımda soruşturma açılmadı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştirdim, ancak hiç hakaret etmeyi düşünmedim. İzlediği politikalar ve yanlış bulduğum açıklamalardan ötürü ne kadar öfkelensem de hakaret etmeyi düşünmedim. Çünkü ister Cumhurbaşkanına hakaret için yasal düzenleme olsun ister olmasın; Recep Tayyip Erdoğan, armasında 16 Türk Devleti’nin varlığının ifade edildiği kadim Türk Devleti’nin son halkası olan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet başkanıdır.

Benim geldiğim ve mensubu olmaktan şeref duyduğum Türk Milliyetçisi siyaset geleneğinde devlet başkanlarına hakaret edilmez. Siyasi olarak eleştirsek dahi, önünde Türk Sancağının eğildiği tek makam olan Türk Devlet Başkanı’na hakaret edilmez. O makamda olduğu sürece, o makama saygımızdan ötürü Cumhurbaşkanlığı makamını ve makamın onurunu sadece korumak değil aynı zamanda iç ve dış düşmanlara karşı savunmak da her namuslu Türk Cumhuriyeti yurttaşının görevidir. Ayrıca sayın Cumhurbaşkanı bilmektedir ki Ümit Özdağ gerek 15 Temmuz gerek 15 Temmuz sonrasında gerçek ve muhtemel saldırılara karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin yanında, FETÖ gibi yapılanmalara karşı durmuştur.

Bununla beraber, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı makamında oturan herkesten, Erdoğan dahil, İstiklal Harbimiz Başkomutanı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e saygı duyulmasını beklemek de bizim milli namusumuza düşen görevdir.

Aynı şekilde Cumhurbaşkanı olsa dahi; hataları söylemek ile hakaret etmeden ve eleştiri sınırlarını aşmadan eleştirmek, savunmamda bahsettiğim yargı kararlarında da belirtildiği gibi bir “yurttaşlık görevidir”.

Nitekim benim burada bir başka davadan ötürü tutuklu bulunmamın nedeni, terörsüz Türkiye adı verilen, Öcalan ve PKK terör örgütü ile yapılan ikinci müzakere sürecine Zafer Partisi’nin karşı çıkmasıdır. Birinci terörle müzakere sürecinde analar ağlamasın diyerek yola çıkılmıştı. Elbette analar ağlamasın ancak müzakere ederek bir anlaşma sağlamaya çalıştığınız yapı, sorumlu, namuslu, sözüne güvenilir insanlar topluluğu değil ki. Aksine bu yapı Türkiye’ye düşman her devlet ile açık kapalı iş birliği yapmış, uyuşturucu dahil her türlü kriminal faaliyetin içinde olan bir katiller çetesidir.

Bu çetenin yöneticilerinin, binlerce insanı hiç acımadan ölüme gönderdiğini, binlerle asker ve sivili şehit ettiğini biliyoruz. Bundan dolayı birinci terörle müzakere süreci sonunda analar daha fazla ağlamıştır. Üstelik birinci terörle müzakere sürecinden istifade eden PKK; YPG adı altında Türkiye’nin göz yumması, hatta 2013’e kadar desteği ile Suriye’nin kuzeyinde yapılanma ve işgal fırsatı bulmuştur. O zaman PKK ile müzakere olmaz diye uyarmıştık, bugün de uyarıyoruz. Terörsüz Türkiye, Allah korusun, daha fazla terörlü bir Türkiye’ye yol açmamalıdır. Terör örgütü ve arkasındaki emperyalist güçler; 20. yüzyılın başında, Musul-Kerkük’ü vatandan kopararak petrol kaynaklarımızı gasp ettikleri gibi 21. yüzyılın başında da Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerimizi kopararak, hem su kaynaklarımızı gasp etmeyi hem de Türkiye ile Türk Dünyası arasındaki bağı kopartmayı amaçlamaktadırlar.

Dün olduğu gibi bugün de; PKK’ya güvenmenin doğru olmadığını söylüyorum, Zafer Partisi söylüyor. PKK’yı tatmin etmek için Anayasamızı değiştirmeyelim. Milli üniter ve laik devletten vazgeçmeyelim. PKK, gerçekten şartsız teslim olacak ise kimse buna karşı çıkmaz. İşte bugün, benim burada olmamın nedeni; PKK ile müzakere değil, mücadele edelim dememdir.

İktidarın çok sevdiği bir propagandist gazeteci vardır. İsminin baş harfleri ROK’tur. ROK, Öcalan ile müzakerelerin de gayrı resmi sözcüsüdür. ROK, İmralı süreci başladığı zaman; “Bu süreçte Türk Milliyetçiliği yapana, bedel ödetecekler.” demiştir. Ben şimdi Silivri’de tutuklu olarak, Öcalan için rehin tutularak, bu bedeli ödüyorum.

Allah, Türk Milletini ve Türk Devletini korusun. Ben bu bedeli, hayatım boyunca güvenliği için mücadele ettiğim, Türk Milleti ve Türk Devleti için elbette öderim. Ben burada bulunarak; şehitlerimizin aziz anılarına, gazilerimizin değerli varlıklarına saygı duruşunda bulunuyorum.

Sayın Hâkim;

Sonuç olarak, suç unsuru olduğu iddia edilen sözlerim; yukarıda açıkladığım gerekçelerle, siyasi eleştiri sınırlarını aşmadığından, beraatımı talep ederim.

Anayasamızın 138. maddesinin 1 ve 2. fıkraları; “Hakimler görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasa, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.

Hiçbir organ, makam veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında, mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz.” şeklinde düzenlenmiştir.

Bir Alman köylüsünün Berlin’de hakimler var diyerek, kralına kafa tuttuğu bir dünyada, Türkiye’de hakimlerin olduğunu, bazı vicdanların ve onurların, tek efendisinin sadece onur ve vicdan taşıyan o kişiler olduğunu biliyoruz.

“Adalet mülkün temelidir” düsturunu, sadece duvarda yazan bir yazı olmaktan çıkarıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli yapacak olan husus; sizin, Anayasaya, yasalara, hakkaniyete ve hukukun diğer kaynaklarına uygun olarak ve Türk milleti adına, milletin vicdanına uygun ve bağımsız olarak vereceğiniz hükümdür.

Tüm Türk Milletine ve bağımsızlığını koruma mücadelesi veren Türk yargı mensuplarına saygılarımı sunarım.”

Başa dön tuşu
slots of vegas