Günümüzün Anlatıcıları: Selma Hangül İle Konuştuk – Söyleşi

Kişiyi yazmaya yönelten temel etken hayaller mi yoksa gelişen şartlar mı? Ya da diğer bir etken… Sizde hangisi daha etkili oldu?
Duyarlılık… Bence kişiyi yazmaya iten en önemli nedenlerden biri duyarlılığı. Eğer çevrenize, ülkeye, dünyaya ya da bırakın tüm bunları kendinize karşı algılarınız her zaman açıksa, dikkatinizi elinizde olmadan diri tutuyorsanız ve anlatmanın gücüne de inanıyorsanız çok önemli bir etken hâline geliyor yazmak. Ayrıca hayaller yazma sürecinin başında varlığını hissettiriyor ama yol aldıkça, yazdıkça yazmanın kendisi bir ihtiyaç hâline geliyor. Böylelikle belli çerçevelerle romantize edilmiş hayallerden doğal bir akış içinde uzaklaşıyorsunuz ve nereden geldiğini bilemediğiniz iç huzursuzluğu ortadan kaldırması için yazar hâle geliyorsunuz bir bakıma. Kısaca bir eksiği ya da huzursuzluğu ortadan kaldırma işi bence yazma eylemi.
Anlatmanın arkaik yanı düşünüldüğünde, anlatının kutsal yanı var gibi görünüyor. Sizce de öyle midir?
Elbette…
Kutsaldır çünkü anlatı sadece bilgi aktarmaktan ibaret olmayan varoluşsal bir ritüeldir aslında. Anlatı, tarih boyunca insanlık adına ortak hafıza oluşturma ya da bu hafızayı aktarma açısından çok önemli bir yere sahiptir. Toplumlar; mitler, efsaneler, masallar ya da sözlü tarih yoluyla kimlik oluşturdukları için anlatının gücüne inanırlar. Zira insanlığın farklı noktalara taşınabilmesinde anlatma ihtiyacının, dürtüsünün önemi yadsınamaz bir güce sahip. Üstelik bu ihtiyaç/dürtü yalnızca bir alanda göstermez kendini. Gerek sosyolojik, gerek kültürel, gerek sanatsal ve hatta teolojik alanlarda anlatmanın ciddi ihtiyaç olduğunu görmekteyiz. Semai dinlerde yaratıcı, yarattıklarına kelamını duyurmak için kutsal kitaplar göndererek, heykeltıraşlar taşa şekil vererek, müzisyenler zihinlerindeki sesleri notalara dökerek, yazarlar ise bazı uzun ya da kısa hikâyeleri kâğıda dökerek yapar bunu.
Kısaca hangi alan olursa olsun, anlatmak bence kutsal ve elzem. Zira bu dünyadaki her varlığın anlaşılması, sosyal hafızada yer alması için ya da Durkheim’ın bahsettiği “kollektif bilinç”e ulaşabilmek için geçmişte olduğu gibi bugün de “anlatmak” büyük değer taşıyor.
Post modern anlatım imkânları bağlamında metinlerarasılık yanında türlerarasılık da gündemde. Hatta aynı metinde hem modern hem de post modern imkânlar birlikte kullanılabiliyor. Bu konunun bir şablona oturması gerekir mi?
Bence edebî bir metni tek bir şablona indirgemek, kurallarla sınırlamak metne zarar verir. Teknikten ziyade anlatıma odaklanmanın doğruluğuna inanıyorum. Bu sebeple bir edebî ürünün yaratım tekniği/yöntemi, yaratıcısının isteğine ve tercihlerine bırakılmalıdır. Ürünler ortaya çıktıktan sonra metnin hangi çerçevede değerlendirileceği edebiyat eleştirmenlerinin alanı olsa da aslolan metnin doyuruculuğudur. Eğer modern ya da post modern teknikler bir arada metni sekteye uğratmadan ve okuru memnun ederek bulunuyorsa ve üstelik üslubu destekler nitelikteyse, neden olmasın. Zaten iyi edebiyat okuru, zorlama olan ile kendi akışında gideni hemen fark eder. Bu noktada okurlar, anlatıda zorlama olanın değil –içinde birbirinden bağımsız farklı unsurları taşısa dahi- doğal olanın yanına konuşlanırlar. Kısaca metnin içinde anlatımın modern ya da post modern oluşuyla değil edebî duruşuyla ve üslubuyla cezbeder yazar okurun zihnini. Bu nedenle bir metni sınırlayıp belli bir şablona oturtmaya çalışmak yersiz bence.
Edebiyat dergilerinde görünüyor musunuz? Görünmek de gerekir mi? Edebiyat dergileriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Edebiyat dergilerinin yazın dünyası için önemli olduğunu düşünüyorum. Ve evet, edebiyat dergilerinde genel olarak inceleme yazılarımla, değerlendirmelerimle ya da öykülerimle görünüyorum. Ancak çok güzel bir yere değindiniz. Edebiyat dergilerinde görünmek ile ya da edebiyat dergilerinin görünmesi ile okunması aynı anlama mı geliyor? Maalesef… Yazılan ne kadar üzerinde çalışılmış, emek verilmiş bir ürün olursa olsun yaşam şartları/telaşı içinde kaybolup giden, okuru ile buluşamamış onlarca yazı var. Edebiyat dergilerinin düzenli takipçisi –yazar-şair olmayanlardan bahsediyorum elbette- çok az… Bu düzenli takipçilerin dikkatinden kaçmamak için yazma sürecine ara vermemek gerekiyor ve iyi niyet çerçevesi dışına çıkarılmayacağına inanarak şunu söylemem gerekiyor ki e-dergiler bu dönemde daha fazla okura ulaşıyor. Çünkü yaşam, içinde soluklanmayı dahi barındırmayan bir hızla ilerliyor ve herkes bu hıza ayak uydurmak zorunda kalıyor. Bu da insanların şahsi ilgi alanlarına yönelik pratik çözümler bulmayı zorunlu kılıyor. Belki bir öğle molasında, belki toplu taşımada giderken, belki de herhangi bir yerde sıra beklerken 3-5 sayfalık bir şeyler okuma ihtiyacı duyduklarında okurun her an ulaşabildiği bir alan hâline geldi e-dergiler. Elbette kâğıt kokusunu duyup okumak ayrı bir keyif ama yeni yaşam standartları maalesef bu süreci baltalıyor. Ben her ikisinden de ayrı bir keyif alıyorum çünkü dönem olarak bizler okumak dediğimizde elimizde bir kitabın, derginin varlığını fiziken hissederek oluşturduk edebiyat zevkimizi. Bu yüzden basılı edebiyat dergilerini mümkün olduğunca sık alıyor ve oradaki yazıları/yazarları takip ediyorum. Ancak yukarıdaki yaşam şartları benim için de geçerli ve okumak istediğimde hemen elimin altında bir tık uzağımda olan edebî metinler, koca bir konfor alanı sunuyor bana, üstelik huzurlu hissettiriyor, okuma eylemini ertelememi engelliyor.
Yazarken karşınıza birini alıyor musunuz? Okuyucu yahut hayali bir karakter de olabilir. Yoksa kendiniz mi kendi muhatabınızsınız?
Yazıya oturmadan önce zihnimde çerçevesi gelişigüzel çizilmiş bir taslak oluşturuyorum. Bu taslağı unutmamak için ilk bulduğum fırsatta zihnim dağılmadan defterime not ediyorum. Sonrasında yazıyı gerçek formatına ulaştırırken hayali bir karakterle değil ama beni daha çok zorlayan kendi zihnimle muhatap oluyorum. Yazdıklarımın ilk hâlini çoğunlukla yetersiz buluyor bu bende ama benden bağımsız karar mekanizması. Onu ikna edebilmek için üzerinden defalarca geçtiğim oluyor. Ve hatta bir dergiye gönderdiğim hâlde onun ısrarlarına dayanamayıp geri çektiğim, düzenleyip yeniden attığım yazılar var. Çünkü muhatap olduğum kendim, bu konuda çok acımasız maalesef. Yazıya yeterli zamanı ayırmazsam gün içinde aklım hep yazıda kalıyor ve diğer alanlara odaklanamıyorum bu yüzden de çoğunlukla zihnimi tatmin edecek zamanı yani akşamları ya da geceleri kullanıyorum.
Öykü yazmak için en haklı nedeniniz nedir? Yazmasanız ne olur?
Koca bir eksiklik veya ileri gidilmiş bir ifade ile suçluluk hissediyorum yazmadığımda. Aslında yazmakla ilgili iki ana derdim var benim. İlki sosyal meseleler. Bu ülkede yaşıyor olmak belli konularda insanların acısını, direnişini ve çelişkisini yani insanın ta kendisini tüm çıplaklığıyla görünür kılma isteği uyandırıyor bende. İstiyorum ki sesini duyuramayan bir çocuğun, haksızlığa uğramış bir kardeşin, bastırılan duygularıyla yaşamak zorunda bırakılan-kimlik buhranı yaşayan bireyin, ötelenenin-ötekileştirilenin, yoksulluğun ya da çocuğunun kemiklerini bulamamış bir ananın “bilinen dilde” sesi olayım. Gerçi sizler yazınca bitiyor mu diyeceksiniz; bitmiyor, biliyorum. Ancak yazmamak bir bakıma o insanların varlıklarını unutturmaya ortak olmak demek… Yani yazmak benim için yalnızca edebî bir mesele değil, etik bir sorumluluk. Bu yüzden öykülerimi, bireyi çeşitli sıkıntılara sürükleyen sosyal olgulardan ya da toplumsal meselelerden uzak tutmuyorum. En bireysel öykülerin altına bile çok küçük de olsa toplumsal bir yargı, yıkılması gereken bir olgu yerleştiriyorum. Onlarla hemhal oluyor, onlar üzerine düşünüyor, kurguyu onlardan yola çıkarak yapıyorum.
İkinci ana derdim ise dilin zenginliği… Anadolu’nun her yeri lügatlara sığmayacak zenginliklerle bezeli. Anlatımı, konuyu seçtiğim yörenin diline göre sunmak ve o bölgenin sözel, dilsel, anlamsal zenginliklerini okurla paylaşmak ana hedefim. “Gölgesiz Ağaç”ta Çukurova’nın ve Güneydoğu Anadolu’nun dilini kullandığım öyküler var, bunun yanında İç Anadolu’nun da belli sözcüklerini kullandım. Amacım yazılı/ resmî dil dışında nasıl bir zenginliğin ortasında olduğumuzu iletebilmek okura. Koca bir ormanın içinde yalnızca tek ağaç türünün olmadığını sezdirebilmek…
Yazdığınız kurgunun kaderinizi etkileyeceğine inanır mısınız? Böyle bir deneyim yaşadınız mı?
Kurgu kendi içinde tamamlanmayı bekleyen bir parkur gibi gelir bana hep. Onu tamamlamadığımda içimde nedenini hâlâ anlamadığım bir huzursuzluk hissi yaratıyor bende. Kurguyu tamamladığımda ancak rahat bir nefes alıp günlük rutinime devam edebiliyorum. Bu açıdan kurguda yarattığım karakterin beni etkisi altına bazen fazlaca aldığını, benimle yolda yürüdüğünü görüyorum ve bunu o karakterin hâlâ söyleyecekleri olduğuna yoruyorum. Yani demem o ki kurgudaki bir karakterin kaderimi etkileyeceğini düşünmüyorum belki ama onun yanı başımda, hayatın içinde olduğunu bazen ve hatta sıklıkla görüyorum. Buna istinaden söyleyebilirim ki kurgu ile gerçeğin birbirlerinden çok da kalın çizgilerle ayrıldığını düşünmüyorum. Kurgu dediğiniz belki de gerçeğin henüz yaşanmamış hâlidir.
Öykücüler genelde birbirini sever ama bu eğer bir yarış olsaydı çağdaşlarınızdan kimi geçmek isterdiniz?
Zor bir soru bu… Geçmek istediğim demeyelim de edebî zevkine, anlatım tarzına, değindiği konulara aynı incelikte yaklaşmak istediğim yazarlar var diyelim ve elbette sayısı bir hayli fazla. Burada birkaç isim üzerinde durup diğerlerinin adını geçirmemekten imtina ettiğimden isim vermeyeyim. Ancak sosyal meseleleri; sakınmadan, gözünü budaktan esirgemeden, ince bir işçilikle veren tüm öykücülerle omuz omuza durmayı çok isterim.
Hikâye ile öykünün farklı türler olduğuna dair dergiler dosya hazırlıyor ve yazarlar bazen görüş ayrılığına düşüyor. Sizce böyle bir fark var mı? Bu iki kavramla ilgili sizin tanımınız nedir?
Çok keskin bir ayrımın olduğunu düşünmemekle birlikte hikâyenin değil ama hikâye etmenin, edebilmenin gücüne inanıyorum ben. Öykü, hikâye etmek için bir kurguyu işe koşmak bence. Tahkiye ne kadar güçlüyse öykünün iskeletinin onu taşıyabilecek kadar kuvvetli olmasını isteriz. Yani öykü bir bakıma yoğun, katmanlı yapısıyla durumları ve duyguları daha derinlemesine ve hatta çağrışıma uygun olarak anlatmamızı sağlıyor. Ancak bu açıdan öyküyü ete bürüyecek, onu allayıp pullayacak, okura görünür kılacak şey hikâye… İyi bir hikâye ediş bir öyküyü farklı noktalara taşıyabilir ya da yerine çivileyebilir. Aslolan öyküyü nasıl anlatacağınız, tahkiye edeceğiniz. Fakat edebiyatta geliştirilen geleneksel olay merkezli anlatının hikâye; modern yapıda duygu, düşünce ya da atmosferin sunulduğu anlatıların ise öykü olarak adlandırılmasını bu noktada çok da gerekli görmüyorum. Eğer esas alacaksak tahkiyenin kendisini almalıyız bence.
Öykü yazıyorsunuz ama iyi bir öykü okuru olduğunuzu düşünüyor musunuz? Dergileri takip eder misiniz? Yeni çıkan kitapları alır mısınız? Bir de son çıkanlardan bize önermek istediğiniz öykü kitabı var mı?
Romanlar için aynı iddiada bulunmam zor ama genelde iyi bir öykü okuru olduğumu düşünürüm. Dergilerdeki öykülerden çok, öykü kitaplarını alıp yazara ait birkaç öykü üzerinden ilerlemeyi tercih ederim. Çünkü ancak o zaman yazarın öykü dilini anlar, onun anlatımının tadına ancak o yazardan üst üste öyküler okuyarak varabilirim. Tek öykü üzerinden bu tadı almakta zorlandığımı söyleyebilirim.
Genel olarak yeni çıkan kitapları çok geciktirmeden okumaya çalışırım ancak bir öneri listesi çıkarmak gerekirse son birkaç aydır okuduğum, yeni ya da eski tarihli bazı kitaplardan bahsetmek isterim:
Son zamanlarda özel olarak -geç kalmış olsam da- her yazdığına eğildiğim Dino Buzzati’nin “Tanrı’yı Gören Köpek” kitabını hayatın kırılganlığını, varoluşun belirsizliğini insanın ruhsal derinlikleriyle çevreleyen bir anlatımla verdiği için özellikle tavsiye etmek isterim. Son çıkanlar arasında, her ne kadar kısa roman olarak adlandırılsa da bence novella özelliği taşıyan Isabel Aupy’nin kaleme aldığı “Artık Kedileri Sevmeyen Adam” kitabını kedi imgesi üzerinden hegemonyayı verdiği için, Guadalupe Nettel’in “Yoldan Çıkanlar” kitabını ise her öyküsünde aileye, farklı bir pencereden bakmamızı sağladığı için okunmasını tavsiye ederim.
Türk edebiyatında ise liste epey kalabalık ancak farklı konular üzerinden bazı isimlere değinmekte yarar var:
Polat Özlüoğlu’nun “Günlerden Kırmızı” bireysel ve toplumsal sıkışmışlıkları tek kitapta topladığı için, Mustafa Orman’ın “Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim” ülkenin yaralarına, gerçeklerine leitmotiv olarak belirlediği ağaçlar üzerinden baktırdığı için, Eylem Ata Güleç’in “Yanımda Kal” kitabındaki her öykü kendi içinde toplumsal/siyasi/dinî mücadeleyi anlattığı için anmadan geçemeyeceğim. Bu isimlerin yanında Özgür Çırak’ın “Biz de Yarın Güleriz” kitabında karakterler gerçeklik içinde sunulduğu ve seçilen konular toplumda bir yaranın karşılığını bulduğu için; Faruk Duman’ın yeni değil ama son okuduğum öykü kitabı “Kader Atlısı”nda toplumun değer yargıları ters yüz edildiği ve doğayı belirgin bir çizgide kullandığı için listeye keyifle ekliyorum. Ayrıca son çıkanlardan Gamze Güller’in “Zürafanın Bildiği” yargılar ve yanılgıları tek potada erittiği ve sıfır kolerasyonlu iki unsuru ustalıkla bir araya getirdiği için ve son olarak Cabir Özyıldız’ın son kitabı “Dünyanın Bütün Karıncaları” öykülerini ise iş ve işçi sınıfını Çukurova dili üzerinden verdiği için sayabilirim.
Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.
Kaynak: Kitap Haber